Guggenheim Müzesi

Ben van Berkel ve Caroline Bos, A+U'nun 07:07-442 sayısındaki "The Museum of 21st Century" yazılarında, geleceğin özel koleksiyonlara ait olacağını, ki bunların neler hakkında oldukları konusunda kuvvetlice bilgi aktaracaklarını, böylelikle de yönlendirmenin genel koleksiyonlardan daha uzak olarak kültürü harekete geçireceğini ifade etmişlerdir. Bu ifadenin somutlaşmış durumu, Stuttgart'taki 2006'da tamamlanan UN Studio van Berkel & Bos'un, yani kendilerinin ürünü olan Mercedes-Benz Müzesi'nde1 gözlemleyebiliriz.

Bu örnekten önce, 20. yüzyılın bitimine çok az kala hayata katılan Bilbao Guggenheim Müzesi'nin de bize bildirdiklerini, içinde doğduğu bölge, tasarımcısı ve destekleyicisi üçlemesiyle ürün üzerinden okuyalım istedik. Müzeyi farklı zamanlarda dolaşan iki mimar olarak. Yeşim Kamile Aktuğlu, 1998'de2, Deniz Balık da 2007'de3 müzeyi dolaşma, yaşama ve inceleme şansını yakalamışlardı. Yeşim'in kongre programında vardı, Deniz ise özellikle o müze için Bilbao'ya gitmişti. Bu deneyimi paylaştıkları alanlar ve anlar ise, Dokuz Eylül Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü'ndeki kendi odaları ve okulun koridorlarındaki karşılaşmalarıdır. İlk olarak ortak paydayı keşif anı oldukça heyecanla oluşmuştur ve hemen yolculuğa başlamışlardır. Bir 1998, bir 2007 yapacaklardır Bilbao'da.

Bilbao Guggenheim Müzesi
Titanyum ve kireç taşı kaplı
cephelerinin birlikteliği.
Fotoğraf: Yeşim Kamile Aktuğlu
Mayıs 1998
Bilbao hakkında özellikle 1997'de Guggenheim Bilbao Müzesi'nin açılmasından itibaren çok şey yazıldığı kesindir. Ancak bu yazı iki farklı zamana ait iki farklı Bilbao izleniminin çakıştırılmasına dayanır. Çünkü bir kent okuması, bireysel görüşlerin dışında, değişik görüşlerin üst üste çakıştırılmasıyla da yeni bir boyut kazanır. Hem okuyucu hem de yazarlar için yeni açılımlar sağlayan bu dinamik süreç, bir düellodur aslında.

Bilbao, İspanya'nın kuzeyinde bulunan Bask Bölgesi'nin en gelişmiş endüstri kentidir. Bu yüzden kentte daha çok sanayi yapılarının bulunmasına karşın Guggenheim Bilbao Müzesi'nin açılmasıyla birlikte yavaş yavaş turistik bir kimliğe bürünmekte ve çok sayıda turist çekmektedir.

İspanyol mimarlığını, Madrid'de çok yoğun olarak oradaki ürünlerde gözlemleyebiliriz, hem eski hem de yeni, hatta yepyeni. Bunlar dünyada olagelen mimarlıktaki gelişmelerin İspanya'daki yanılsamaları niteliğinde karşımıza çıkar. Aynı anda eski yapıların, günümüzde de, fonksiyon değişikliği ile yaşamaya devam etmesi sonucu, hem eskiyi, hem de yeniyi aynı anda deneyimleyebiliriz. Reina Sofia Müzesi'nde, ya da Atocha Tren İstasyonunda olduğu gibi.

Madrid'den uçakla ulaştığımız San Sebastian kıyı yerleşimi de, bize Çeşme niteliğinde, ama oldukça büyük ölçekli bir okyanus yerleşiminin İspanyol koşullarında nasıl yaşadığını bize her anda bildirir, eski ve yeni mimarlık örnekleriyle. Reina Maria Cristina Oteli ve Centro Kursal Kongre Merkezi ve diğerleri üzerinden, gece ve gündüz hem Madrid'de, hem de San Sebastian'da akıp giden bir yaşantı mevcuttur, kıyısında, sokaklarında, binalarında, özetle her metrekaresinde yaşanan...

1998'deki "Çelik Yapının 2. Dünya Konferansı"nda bildiri sunmak üzere ziyaret edilen bu iki yerden bir mola için, sempozyum programında bir öğleden sonra 10'a yakın otobüsle Bilbao'ya gidildi. Bask Bölgesi'ne yapılan ziyaret dağların arasından sürmüştü. Aylardan Mayıs olduğu için, her türlü giyime açık bir nitelikte idi hava koşulları.

Bilbao'ya gidilen 2007 yılının Mayıs ayında gelen güneş ve sıcak havanın da etkisiyle sokaklarda çok sayıda turist göze çarpıyordu. Bilbao'ya birkaç günlüğüne, özellikle Guggenheim Bilbao Müzesi'ni gezmek için gidildi. Bu nedenle de müzeye yakın olduğu bilinen, Bilbao'nun kuzeyindeki Casco Viejo bölgesinde kalınmıştı. Otobüs garından çıkınca, kentin dört bir yanında aynı formda tasarlanan ve Bilbao'nun sembollerinden biri haline gelen Sir Norman Foster imzalı metro istasyonlarından biri kullanılarak Casco Viejo'ya doğru yola çıkıldı. 1995 yılında kullanıma açılan metro istasyonunun şeffaf girişi dikkat çekiciydi. Bilbao halkı için gündelik bir şey olan metro, o an için çok heyecan vericiydi.

İlk önce mimarı Frank O. Gehry ve mühendisinin ve birkaç mimarın daha açıklamaları ile tanıtılan Guggenheim Bilbao'nun ziyareti, bu Teatro Arriage Opera binasındaki sunumdan sonra gerçekleşmişti. Gece 24:00'e kadar tümüyle kongreye katılan 650'yi aşkın katılımcının ziyaretine açık bırakılan Guggenheim'in keşfi, her anda ilave edilen bilgilerle, artan bir keyifle sürdü. İlk önce binanın çevresi ve uzaklardan görünüşlerin nasıl olduğunun deneyimlendiği araştırma ve inceleme süreci, iç mekanların bizzat yaşanmasıyla devam etti.

Müzeye gitmeden önce kentle ilgili fikir sahibi olmak için yürüyerek ve metroyu kullanarak kenti gezmeye, başka bir deyişle kitaplarda okunan, resimlerde görülen Bilbao görüntülerini bireysel algılarla var etmeye, canlandırmaya ve oradaki yaşanmışlıklara bir yenisini eklemeye karar verildi.

Casco Viejo bölgesi, daracık taş sokaklardan ve sürpriz meydanlardan oluşur. Sokakların iki yanı, zemin katları şeffaf cepheli olan eski yapılarla çevrilidir. Giysi, piercing ve dövme dükkanlarının ilginç vitrinleri ile sokak müzisyenlerinden gelen hoş ezgiler, bu bölgede kendine has bir aura yaratmış gibidir. Yine de bu aura, Türk usulü bir kebap salonunun araya karışmasına engel değildir.

Bilbao'nun kuzey bölgesi, diğer tarafa, Nervion Nehri'nin üstünden geçen köprülerle bağlanır. Casco Viejo'dan çıkıp Abando bölgesini gezmek için kullanılan Ayuntamiento Köprüsü, Bilbobus olarak adlandırılan şehir içi ulaşım otobüslerinin sıklıkla kullandığı geniş bir köprüdür. Buradan Abando'ya geçerken sağa doğru bakıldığında Santiago Calatrava'nın köprüsü Zubizuri ve daha arkada da Guggenheim Bilbao Müzesi'nin kulesi net olarak görünür. Frank Gehry, La Salve Köprüsü'nü kucaklayan bu kuleyi, Guggenheim'ın varlığını işaret etmesi amacıyla yaptığını söylemiştir (Newhouse, 1998, s.245-246). Bunda da gerçekten başarılı olduğunu söylemek gerekir.

Bilbao'daki konferans yerinden 150 mil uzakta olan Guggenheim Müzesi, her biri tekil olan 16.000 farklı bileşen ile çelik iskeletli bir yapıya sahip bir komplekstir4. Dış mekandaki Nervion Nehri'nin müzenin terasına kadar yanaşması, müzenin yukarıdan geçen otoyolun altına sokulması ile, müze binası tüm kütlesiyle şehirle bütünleşmişti. Otoyol üzerinden Calatrava'nın Campo Volantin yaya köprüsü ise selam yolluyordu. Güneş ışınlarının titanyum kaplama üzerinde size yansıyan kesitleri ile sizi daha çok büyülüyordu.

Bilbao Guggenheim Müzesi
Fotoğraf: Deniz Balık, Mayıs 2007

Bu yönden akşam üzeri vaktinde müzeye yaklaşacak olursanız, gün batımının müzenin tam arkasında olması nedeniyle binanın görünüşünde çok güzel bir etki yaptığını görürsünüz. Bu noktada Gehry'nin, müzenin dış cephe kaplaması olan titanyumda nasıl karar kıldığını anlatmak gerekir. Aslında Gehry, kurşun-bakır alaşımı (lead-copper: içinde kurşun bulunduran bakır) kullanmak istemiş, ancak çoğu ülkede bu malzemenin kullanımının yasaklanmasıyla farklı malzeme arayışına girmiştir. Alüminyumun rengi değiştiği ve kirliliğe dayanıklı olmadığı için uygun değildi. Çinko, siyaha dönüşüyordu; paslanmaz çeliği de Gehry, Bilbao'nun ışık koşulları altında beğenmemişti. Rastlantı eseri yerde bulduğu bir parça titanyumun yağmurda altına dönmesi, Gehry'i çılgına çevirmişti. Böylece titanyumun kalınlığını azaltıp kullanarak ülkenin bu bölümündeki ışıkla malzemenin oyununu harika bir şekilde sağlamıştı (Mack, 1999, s.28).

Müzeye bu doğrultudan yaklaşmanın başka bir avantajı da, doğrudan girişe ulaşmak yerine köprünün altından geçen kuyruk kısmından diğer taraftaki ana girişe kadar müzenin çevresinde dönmüş olmaktır. Böylece hem öncelikle yapıyı dıştan değerlendirerek kendinizi müzeye hazırlıyorsunuz, hem de içeri girmek için daha da sabırsızlanıyorsunuz.

Basamak inilerek girilen müzede bilet aldıktan sonra atriuma geçilir. Guggenheim'ın yöneticisi Thomas Krens, atriumun öncelikle mimari anlamda keyifli olmasını istediği için fütürist mimarlık vizyonundan yola çıkılmıştı: Gerekli yerlerde patika şeklinde kat kat yolların oluşturulması, düşey sirkülasyonların geri planda saklı kalmayıp cam ve metal yılanlar gibi cephelere tırmanması gibi (Newhouse, 1998, s.250).

Atriumda aynı zamanda, geçici sergi kapsamında devasa bir enstalasyon da izleyici karşılıyordu. Alman sanatçı Anselm Kiefer'in Work in Progress (2006) adlı 15 metre yüksekliğindeki eseri, bu sanatçıyla müzenin en üst katlarında karşılaşmayı sürdüreceğime işaretti. Çünkü bu müzede, geçici sergi kapsamında çok sayıda sanatçıya ait az sayıda eser sergilemek yerine, dönemde en fazla iki sanatçıya yoğunlaşıp onların çok sayıdaki eseri sergilenir.

İç mekanda, büyük hacimlerin birbirine akacak şekilde tezyini ile total ve de özel mekanlar birim içinde birbirlerine uyumlandırılmıştır. Dışarıya açılan devasa yükseklikte teras camekanı da doğal ışığın tüm bina yüksekliğince içeriye akacağı tek yüzeydir. Diğer doğal aydınlatmalar gerek üstten gerekse duvarlardaki ara ara açılan açıklıklardan elde ediliyordu.

Atriumu yeterince inceledikten sonra insan hangi yöne gideceğiyle ilgili karmaşa yaşayabilir, çünkü burası, birkaç galeri ve nehre bakan geniş bir terasa açılır. Galerilerin en büyüğü ve ilgi çekeni ise heykeltıraş Richard Serra'nın bu mekana özel olarak hazırladığı enstalasyonu The Matter of Time'ın yer aldığı uzun galeridir. Müzenin kalıcı sergisi olan The Matter of Time, Serra'nın 2005'te tamamladığı bir enstalasyondur. Galerinin tamamı, heykel alanının bir parçasıdır: Serra, eserlerin organizasyonunu bilinçli olarak insanları heykellerin arasından ve içinden geçirmeye yönelik kurmuştur. Beklenmeyen yollarda gezinirken heykeller baş döndürücü ve unutulmaz bir hareket hissi yaratmaktadır (Cross&Bashkoff, 2007, s.4). Bu serginin tamamına hakim olabilmek için de galerinin yanındaki maket odası incelenebilir ya da üst katta galeri boşluğundan bakılarak tüm alan izlenebilir.

Sokaktan, bir şelale kenarından inilen merdivenlerle giriş kapısından içeriye adım atıp, ziyareti tamamladıktan sonra, girişin solundaki normal kabul edilebilecek ölçekte bir başka kapıdan tekrar dış mekana ulaşılıyordu.

Girişin camlama sistemi ile diğer tür camlı dış cephe düzenlemelerinde kullanılan üçgen ve kırıklı cam kompozisyonları güneş ışığını, farklı açılardaki kırınımlarla Miro'nun tabloları gibi yansıtıyordu.

Bütün gün müzeyi gezmekten yorulunca, müze girişine açılan kafeteryaya oturduk. Girişte verilen bileklik sayesinde de istenildiği an müzeden çıkıp şehri gezdik, sonra da tekrar müzeye döndük. Başka bir deyişle, şehre malolmuş bu müze, resmi bir auradan çıkarılarak, müze gezme aktivitesi günlük yaşantının içine katıldı.

Gehry, 1998'deki 65 yaş birimine göre beyaz saçlarıyla, kısa boyuyla, kokteyl anında mimarlarla sohbet ederken, sahip olduğu enerji, müzenin enerjisiyle birlikte çalışıyordu. Dinamizm, ve keyif her anı ve her yeri sarmalamıştı.

Gecenin yarısında 24:00'te herkes yorgun ama o kadar da mutlu bir şekilde, otobüslerin koltuklarına yerleşmiş olarak sessizce, ama düşlerde hep Guggenheim ile SanSebastian'a varıldı.

Sonrasında, Guggenheim Berlin'i, sırf meraktan ziyaret ettik. Hani gelmişken içeri girip bir bakalım. Peggy Guggenheim'ı ise, vaporetto'dan bir bakışla selamladık.

Frank Gehry'i, Düsseldorf'ta, yeni gümrük binalarında, daha bir farklı bir şekilde gözlemledik. Düsseldorf'un hediyelik kupasının, Gehry'nin yeni gümrük binalarından olması da, mimarlığına konan nokta oldu.

Sonuçta, bu gözlemlerle, deneyimlerle ve bilgilerle, biz de kendimizi Guggenheim İzmir'in mimarları olmaya hazır gördük, 2012'ye girerken.